Murat Üllker’in İtalya gezileri… Rönesans şehirlerini tek tek anlattı

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi ve Pladis Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, dört haftadır güncel İtalya gezilerini kişisel internet sitesinde kaleme aldı.

Ülker, ilk olarak klasik otomobil dünyasının en prestijli rallilerinden biri olarak bilinen Mille Miglia’yı yerinde gözlemledi. Bu yıl parkur Brescia’dan Roma’ya ve tekrar Brescia’ya kadar devam etti… Floransa’dan başlayarak Venedik, Pisa ve Bologna’yı ziyaret eden Ülker, Rönesans döneminin izlerine dikkati çekti.

MİLLE MİGLİA

Mille Miglia tecrübesine ilişkin yazısında, “420 araç katıldı bu yıl ve ortalama 4 gün 10-16 saat arası sürüşle hatta bazen gece tamamlanan yarışta araçlara muazzam bir lojistik destek gerekiyor.” diyen Murat Ülker, İtalya gesizine ait ilk yazısında detayları şöyle aktardı:

“1000 Miglia yarışının rotası, İtalya’nın tarihî ve doğal güzelliklerini kapsayan, yaklaşık 1600 kilometrelik dairesel bir parkur. Rota her yıl küçük değişiklikler gösterse de klasik şekliyle aşağıdaki gibi:

Başlangıç ve Bitiş: Brescia (Lombardiya bölgesi)

Güney rotası, Roma’ya gidiş: Brescia – Desenzano del Garda – Sirmione – Verona – Ferrara – Ravenna – San Marino (bağımsız minik bir devlet) – Urbino – Gubbio – Roma

Kuzey rotası, Brescia’ya dönüş: Viterbo – Siena – Floransa – Bologna – Modena – Parma – Cremona – Brescia

Her durak kendi hikayesini anlatıyor insana; Sirmione’de göl kıyısında Romalıların şifalı sulara inancı, San Marino’da Orta Çağ’ın surlarının arasına sıkışmış bir cumhuriyetin özgürlük ruhu, Siena’da ünlü Palio at yarışlarının heyecanı, Floransa’da Rönesans’ın göğe yükselen kubbeleri ve Bergamo’da Orta Çağ’dan kalma Città Alta’nın taş sokakları… Mille Miglia sadece bir yarış değil, bir kültür ve tarih yolculuğu aslında. Yani bir nevi İtalya’nın en güzel yerlerini keşfetme fırsatı.”

Ünlü moda tasarımcısı ve klasik araç koleksiyoncusu Ralph Lauren, ABD’li talk show sunucusu ve otomobil koleksiyoncusu Jay Leno, Dubai ve Abu Dabi’den bazı prenslerin, Restorasyonu Türkiye’de yapılmış bazı araçlarla Mille Miglia’ya başvuran bazı koleksiyonerlerimizin Mille Miglia’dan reddedildiği bilgisini paylaşan Ülker, Mille Miglia Komitesi’nin “Bu bir açık yarış değildir. Bir tarihî seçkidir. Biz, yarışa katılan otomobillere bir müze küratörü titizliği ile yaklaşıyoruz.” ifadelerini aktardı.

MEDICI LAURENTIAN KÜTÜPHANESİ

Murat Ülker’in ikinci yazısının konusu Floransa’da Medici Laurentian Kütüphanesi oldu. Kütüphaneyi ziyaret eden ziyaret eden Ülker, Rönesans’ı ileri taşıyan isimleri de andığı yazısında şu ifadeleri kullandı:

“Fotoğraftaki heykel, Floransa’daki Medici Laurentian Kütüphanesi’nin (Biblioteca Medicea Laurenziana) girişinde bulunan Paolo Giovio Anıtı.

Heykel, Rönesans dönemi tarihçisi ve hümanisti Paolo Giovio’ya (1483–1552) adanmış. Como doğumlu olan Giovio, “Nocera Piskoposu” unvanıyla da bilinirmiş. Bu anıt, ölümünden 20 yıl sonra, 1573’te Cosimo I de’ Medici’nin desteğiyle yapılmış.

Malumunuz, Medici ailesi Rönesans’ın muhteşem kütüphanesini kuran hanedan. Floransa’da mutlaka görülmeli.

Fakat beni en çok şaşırtan şey, bu azametli heykelin ayağının altında kitapların yer alması!

Acaba kasıt neydi? Bilginin üzerine yükselmek mi, yoksa dünyevi bilgeliği aşmak mı?

Bu bana Kemal Tahir’in bir deyişini hatırlattı. Niçin Batı Osmanlı’ya galebe çaldı diye sorulunca, Osmanlı bir kristaldi, Batı ise taş; çarpışınca iki medeniyet paramparça etti kristali taş demiş.

Bizde yazılı kağıt yerde görülse, bir parça ekmek gibi tazimle alınır, kaldırılırdı.

Rönesans, insanın kendine yeniden bakmayı öğrenmeye başladığı bir dönemdi. 15. asırda İtalya’da başlayan bu dönemin en büyük özelliği hayatta düşüncenin alanının artık daha genişlemiş olması. O devir Hristiyanları artık yalnızca inancıyla değil; aklıyla, gözlemiyle, kişiliğiyle de dünyayı anlamaya yöneliyor. İnsanlar daha görünür, fikirler daha cesur ve şehirler daha açık hale geliyor.

Bu dönüşümün merkezinde birey var. İnsanı tarihsel, düşünsel ve estetik bir “özne” olarak görmeye başlaması ile bir hükümdarın karakteri, bir sanatçının dünyaya bakışı ya da bir bilim insanının merakı artık başlı başına önem kazanıyor. Kimi zaman resimle, kimi zaman mimariyle, kimi zaman bilimle ama her durumda birey üzerinden ifade bulan bir hareket olmuş Rönesans.

Tabii uzun süredir yerleşmiş anlayış biçimlerini sorgulayan ve değiştiren bu süreç, yalnızca kitaplarda, tuvallerde ya da saraylarda kalmadı; sokağa da yayıldı: atölyeler, kütüphaneler ve meydanlar hatta evler bile bu yeni düşünce biçiminin bir parçası haline geldi. Dönemin ruhu, fikrin de ötesine geçerek yaşanan, hissedilen, hayatın içerisine giren ve değiştiren bir şey olarak şekillendi.”

RÖNESANS’TAN AÇIK HAVA MÜZESİ ŞEHİRLERE

Üçüncü yazısında turistler için bir başka İtalya dizayn edildiğini ve bunun İtalyan halkının günlük hayatlarının, sosyal yaşantılarının içinde yer aldığını belirten Ülker “İtalyan sanat ve kültürü dünyayı etkiliyor, hatta domine ediyor; bunun GSMH’ye etkisi de yüksek miktarda pozitif oluyor.” dedi

7 Eylül tarihli yazısında “Floransa’dan başlayarak Venedik, Pisa ve Bologna’yı ziyaret edeceğiz. Floransa muktedir bir ailenin mirasını koruyan bu şehir bugün adeta bir açık hava müzesi, tıpkı Bologna, Pisa gibi…” diyen Ülker şöyle devam etti:

Floransa, Rönesans’ın düşünce ve estetikle en çok harmanlandığı şehir olmuştur. Medici ailesinin gölgesinde bankerler, zanaatkârlar ve düşünürler bir araya geldi. Sokaklar fikirlerin ve sanatın akışıyla doldu. Bu şehirde yürürken, her köşe başında bir sanatçının izini bulabilirsiniz. Floransa, bir şehrin ötesine geçerek; Rönesans’ı görebileceğiniz büyük bir açık hava müzesidir, dersek abartmış olmayız.

Santa Maria del Fiore, Floransa’nın tam kalbinde yükseliyor. Kubbesi, yüzyıllarca tamamlanmayı bekleyen bir hayaldi. Brunelleschi, Roma’daki antik yapılardan aldığı ilhamla bu hayali gerçeğe dönüştürdü.

Çift kabuklu yapı, sekiz büyük kaburga ve spiral tuğla dizilimi, o dönemde devrim niteliğindeydi. Bugün kubbenin altına girip yukarı baktığınızda, mühendisliğin ve sanatın nasıl bir ahenk yarattığını deneyimleyebilirsiniz.

Piazza della Signoria, Floransa’da sanki bir açık hava galerisidir. Michelangelo’nun David’i burada bir zamanlar Cumhuriyet’in gücünü simgeliyordu. Donatello’nun Judith ve Holofernes’i ise siyasetin sert yüzünü anlatıyor.

Santa Maria Novella ve Santa Croce’nin cepheleri, fresklerle bezenmiş. Bu yapılar, eski zamandan beri adet olan dini binaların bir sanat eseri titizliğiyle ele alındığını gösteriyor.

Uffizi Galerisi, Medici’lerin koleksiyonunu saklamak için inşa edilmişti. Kapılarını halka açtığında, sanat ilk kez sadece soyluların değil herkesin erişebileceği bir şey haline geldi. Bence bu çok mühim ve benim de benimsediğim bir prensiptir. Biliyorsunuz bizde MUTLU ET MUTLU OL FELSEFEMİZ mucibince tüm sanat eserlerimiz ofislerimizde çalışanlarımızın isteği üzere kendi çalışma alanlarında sergilenmektedir.

Bir sonraki durağımız, Venedik.

VENEDİK

Venedik, Rönesans’ı kendine has bir estetikle yaşadı. Kanallar, taş köprüler ve suyun üzerinde yüzen gondollar, şehri zaten başlı başına bir tabloya dönüştürüyordu. Ticaretin getirdiği zenginlik, sanatın her alanda hissedilmesini sağladı. Saraylardan atölyelere, meydanlardan kiliselere kadar her yerde ışık ve renk oyunları vardı.

Burada yürüyen biri, kanalların kıyısında ilerlerken cephelerdeki mozaikleri ve kemerleri görebilir. Venedik, Doğu ile Batı’nın buluştuğu bu özgün atmosferi sanatına da yansıttı.

SAN MARCO MEYDANI VE BAZİLİKASI

San Marco Meydanı, Venedik’in kalbinde yer alıyor. Kuşatıcı kemerleri ve ince sütunlarıyla San Marco Bazilikası karşısında büyülenmemek elde değil. Güneş ışığı cephedeki altınları farklı saatlerde bambaşka tonlara büründürüyor.

PALAZZO DUCALE VE BÜYÜK KANAL

Palazzo Ducale, Büyük Kanal’ın kenarında yükselen bir zarafet anıtı. Gotik kemerleri ve taş işçiliği, suyun üzerinde yansıyan bir desen gibi görünüyor. İç mekanlarda Titian ve Veronese’in eserleri, sarayın gösterişine ayrı bir derinlik katıyor.

BELLINI VE TITIAN: VENEDİK RENKLERİ

Venedikli ustalar, renkleri ve ışığı resimlerinde adeta eritiyordu. Bellini’nin yumuşak tonları ve Titian’ın güçlü kontrastları, Venedik Rönesansı’nın en belirgin yüzleriydi. Santa Maria Gloriosa dei Frari’deki Titian tablosu, bu estetiğin canlı bir örneği.

Venedik’te günlük hayat da kanallarda sürüyor. Polis, itfaiye, sağlık, temizlik vb kamu hizmetleri, inşaat işleri ve tabii taksi teknelerle karşılanıyor. Hiç alışık olmadığımız şeyler ama ilginç çok.

Venedik’te hayat turistlere göre uyarlanmış ve herkes buna alışık görünüyor. Mesela operaya gittik. Verdi’nin Attila Operası, yerli var mıydı yoksa herkes mi turistti bilemedim. Ama tek dekorla tüm opera bitti. Zaten kadın baş aktris yani prima donna haricinde tüm oyuncular tek kostümle baştan sona oynadılar. Ben bir ara dalmışım, hayret onca gürültüye rağmen…

Bir sonraki durağımız, Pisa.

Pisa, Rönesans’ın kalabalık sanat atölyelerinden çok, mermerden meydanları ve akademik havasıyla öne çıkan bir şehir. Arno Nehri kıyısında sakin bir estetik yayan Pisa, Galileo Galilei’nin doğduğu yer olmasıyla da bilim tarihine iz bıraktı.

Piazza dei Miracoli, beyaz mermerden yapılmış yapılarıyla göz alıyor. Eğik Kule, Katedral ve Baptistery yan yana geldiğinde ortaya çıkan uyum, Rönesans’ın taş üzerindeki inceliğini yansıtıyor.

BİLİMİN, SANATIN VE REVAKLARIN (PORTİKO) ŞEHRİ BOLOGNA VE BRESCİA

Murat Ülker’in bir sonraki yazısına konu olan durağı Blogna ve Brescia oldu. Bologna’nın Rönesans’ta fikirlerin ve bilimin ön planda olduğu bir şehir olduğunu anımsatan Ülker “Avrupa’nın en eski üniversitesi burada kuruldu. Sokaklar, portikoların gölgesinde yürüyen bilginler ve öğrencilerle doluydu. Kırmızı tuğlalar ve revaklar, şehrin geçmişinden bugüne kalan detaylar olmuş.” dedi.

Bologna’da Bologna Üniversitesi ve hümanist hareketten, bilim, anatomi çalışmaları, sanat ve mimariye kadar birçok konuda detaylı gözlem yapan Murat Ülker, “Brescia, Rönesans’ın büyük merkezleri kadar ön planda değildi. Ama kendine özgü bir sanat ve zanaatkarlık anlayışı geliştirdi. Şehir, kuzey İtalya’nın taşra havasını taşırken güçlü bir işçilik geleneğini sürdürdü.

Burada loncalar, atölyeler ve küçük meydanlar gündelik hayatın ayrılmaz bir parçasıydı. Brescia, taşradaki ustaların şekillendirdiği bir Rönesans dili geliştirdi.” dedi.

Brescia’nın Rönesans döneminde ürettiği zırhlar ve silahlarla Avrupa’da tanındığını kaydeden Ülker, “Kentin atölyelerinde yapılan işçilik, savaş alanlarının ötesinde sanat koleksiyonlarında da yer buldu. Bugün bile müzelerde Brescia ustalarının imzasını taşıyan kılıçlar ve miğferler görülebilir.” biilgisini paylaştı.

Author: can tok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir